İbrahim Koç’un Kaz Kafalı heykelinin ardından…

0 617
Contemporary 2011’den 


İbrahim Koç heykelleriyle 2008’de Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği’nin Moda’da düzenlediği  “Teneffüs”  sergisinde tanıştım. Metalden dev bir sivrisinek heykeli ile katılmıştı. 

Contemporary 2011’deki çalışmasını görünce de hiç şaşırmadım. O devasa sivrisinekten sonra İbrahim Koç’tan ancak böyle sarsıcı bir yaratık beklenebilirdi. Kaz kafalı, kaz ayaklı, kanatlı kadın vücudlu bir heykel… Aklıma düşürdüklerini bana başka hiç bir şey düşündürememişti. 
Sanatçının işlevi bu olmalıydı işte. Fırat Arapoğlu’nun  ibrahim Koç hakkında yazdığı gibi: “Günümüzde başarılı bir sanatçı, çoğu zaman, geçmiş ve bugün arasındaki çelişkileri netlikle görebilmesi ve bu çelişkileri istikrarlı bir biçimde irdeleyerek, topluma yeni okumalar içerebilecek işler üretmesi ile tanımlanıyor. Bu tanım ekseninde çalışan sanatı ise üretimleri ile bilgi aktarımda bulunmalı ve izleyicisi ile olan etkileşimini sadece estetiksel değil, düşünsel olarak da geliştirmelidir. Ancak bu biçimde üretilen sanat işi hem kendisi dönüşür hem de izleyicisini dönüştürür.”

Koç’a önce bunu sordum: Ülkemiz insanının sanatla ilişkisi bu kadar mesafeliyken üretimlerinizi nasıl bu kadar sarsıcı bir şekilde sürdürebiliyorsunuz?
Sistemin toplum üzerindeki değiştirici dönüştürücü etkisini düşünecek olursak, bu etki altında kalan toplumun, iktidarı sorgulamadan nasıl kabullendiğini hayretler içinde izliyorum. Toplumun bu  mazoşist tavrı çalışmalarımda problem ettiğim başlıca nedenlerden biridir.
 
1980 sonları ve 1990 Türkiye’sindeki değişim dönüşümü yaşadım ve  çok iyi hatırlıyorum. Bu dönem Türkiye için kapitalizmin gerçek yüzünü göstermeye başladığı çok kirli bir dönüm noktasıdır. O dönemde çok da fazla yabancılaşmamış, aksine  ayrımcılığın olmadığı, kendi kültürüne ve değerlerine sahip çıkan bir toplum yapısına sahipti Türkiye.  Ne zaman;  Sistem bilinçli olarak özelleştirmeye yöneldi, özel televizyon kanalları ortaya çıktı ve küçük esnaf yerini büyük alışveriş merkezlerine bırakmaya başladı o zaman toplum da yavaş yavaş yabancılaşmaya başladı kendine. O dönemde başlayan iktisadi gerçeklik ise günümüz Türkiye’sini inşa etti ve etmeye devam ediyor. Küçük kentler deki insanlar köylerini, kasabalarını terkederek büyük şehirlere göç etmeye zorlandılar ve daha önce üreterek kazandıkları paranın daha azına çalıştırılmaya mahkum edildiler.  Sistem, robotik bir toplum ortaya çıkarmaya başladı. Kapitalizm böyle emrediyordu… Toplumun elindeki nimetleri sinsice ellerinden alarak (çiftçinin ürettiğini çiftçiye daha ucuza satarak veya onları ihtiyaç sahibi yaparak sistemin hizmetçisine dönüştürmek gibi…) üretimin durmasına neden oldular, tüketen ve sorgulamayan  bir toplum inşa ettiler. 
 
Bu dönemi yaşayan bir birey olarak çalışmalarımda da iktidarın ortaya çıkartmış olduğu bu sosyolojik problemler benim üretmeme ve bu yabancılaşmayı sorgulamama neden oldu. Sanat bence doğası gereği “karşıtlık yaratan” etkili bir güçtür ve toplumu her zaman bir yerden bir yere fırlatmayı başarır. 

Sivrisinekleriniz neden bu kadar büyük? Oysaki dinozorunuz küçük… 
Doğadaki canlılara biz insanlar hep birer simgesel anlam yüklemişizdir. Bu simgesellikleri de günlük hayatta kullanırız. Sivrisinek sömürücüdür, kan emicidir, dinozor taht simgesidir. Ben de büyük olanı küçültüp, küçük olanları büyütüyorum. Esasında bu simgesellikleri tam anlamıyla “ters yüz” ediyorum. Bazen renkleriyle oynayarak, bozup dağıtarak,  bazen de boyutlarını değiştirerek.

 
Çalışmalarınızda renk, malzeme ve ortam çeşitliliği dikkat çekiyor. Başka sürprizler var mı?

Öğrencilik yıllarımda başlayan bir süreç aslında… İlk yaptığım heykeller genellikle küçük ve kaide üzerinde sergilediğim çalışmalardan oluşuyordu. İlk sergimi Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde son sınıftayken açmıştım. Mezun olduktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yüksek lisans eğitimime başladım. Aynı dönemde 6 ay kadar Rahmetli Ömer Uluç’a yardım ettim. Ömer Uluç benim için çok değerli, saygı duyduğum, birçok konuda etkilendiğim bir sanatçıdır. Çalışmalarımı enstallasyona dönüştürmem ve rengi kullanmamda büyük etkisi olmuştur. Bu süreç devam ediyor. Bundan sonraki çalışmalarımda daha yeni medyalar kullanmak istiyorum. Nasıl bir meyve zamanla olgunlaşıp yenecek kıvama geliyorsa, sanatçının üretimi de  bu şekilde zamanla olgunlaşır. Aklıma çok yeni fikirler gelse de  o fikri hayata geçirme zamanı geldiğine inanmıyorsam cepte saklayıp daha sonrasına bırakıyorum. Mesela, 2011-2012 yılı için üretmiş olduğum “ötemorfoz” isimli projemin çizimlerini 2005 yılında yapmaya başlamıştım. 

Sanatçı ile  izleyici arasındaki  iletişim nasıl olmalı?  

Sanatçı görsel ya da işitsel anlamda bir  çalışma üretiyorsa ve çalışmasını sergiliyorsa o noktada izleyiciyle ilişkiye girmiştir zaten. Üretmiş olduğu yapıt her neyse, izleyiciyle sanatçı arasında doğrudan bir köprü oluşturur ve alımlama süreci başlar. Diyalog, izleyici>yapıt>sanatçı şeklinde gerçekleşir.
 
Sanat anlayışında Rönesans’tan bu yana neler değişti?

Rönesans bilindiği üzere 15.yüzyılda başlamıştır. Ortaçağın karanlık geçmişi ile yüzleşen ve aydınlanmanın önünü açan insan odaklı bir reform hareketidir. Daha önceleri loncalarda usta-çırak ilişkisi ile kiliseye üreten sanatçılar, loncalardan çıkarak özgür bir şekilde üretmeye başlamışlardır. Rönesans zaten günümüze kadar gelecek olan bir değişimin başlangıcıydı. Burada tutup da akademik bir bilgi vermekten ziyade şunu söylemek istiyorum. Her yeni buluş daha çok yabancılaşmaya zemin hazırlar.. Her yeni çıkan teknoloji bir öncekini kullanılamaz hale dönüştürür. Bu yüzyıllar önce de böyleydi günümüzde de böyle olmaya devam ediyor. Sanat da bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Her yeni oluş, yeni problemler doğurarak, yeni yapıtların, yeni materyallerin ve yeni medyaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Dünya yok olana kadar sanatsal üretim hep devam edecek…

Yaşadığınız kent hakkında neler düşünüyorsunuz? Neler yapmak isterdiniz onun için? 

Birçok ülkeyi gezip kamusal alanlarındaki eserleri görme şansım oldu. Mimari açıdan olsun, plastik açıdan olsun maalesef İstanbul’da kaydadeğer çok az  sanatsal çalışma var. Türkiye’de eskiye nazaran çok daha fazla yaratıcı genç sanatçı mezun oluyor sanat fakültelerinden. Hemen hemen hepsi dünya üzerindeki birçok ülkeyi dolaşıyor ve o ülkelerde araştırma yapıyorlar ve görgülerini geliştiriyorlar. Neden bu gençlere üretim kanalları açılmıyor?  Maalesef Türkiye’de özellikle İstanbul’da kamusal alanda bir çalışma yapılacağında bu işi iktidar yandaşları  yapıyor. Bu işi denetleyen hiçbir kurum yok. Olanlar da zaten iktidarın ta kendisi!
 
2010 yılında İsa Yıldız’ın yazıp yönettiği Memleket Meselesi filminin sanat yönetmenliğini yapmıştım. Filmde tam da bu konu eleştiriliyordu. Filmin karekterlerinden Haceli kasabanın sahiline kaçak bir inşaat yapar ve yaptığı inşaata, seçimlerden sonraya denk geldiği için Belediye tarafından yıkım kararı çıkar. Haceli ise inşaat yıkılmasın diye gidip kasabanın tabelacısına bir Atatürk Heykeli yaptırıp inşaatın önüne diker… Ama başarılı olamaz. Heykel Atatürk’e benzemediği için inşaat yıkılır :))
 
İstanbul’da, sermaye tarafından özellikle genç sanatçılara yönelik sömürü beni inanılmaz derecede rahatsız ediyor. Genç sanatçılar arasında bir rekabet yaratılıp tüketimin bir parçası haline dönüştürülmeye çalışılıyor. O yüzden biraz uzaktan izlemeyi tercih ediyorum şu sıra.  
 
www.ibrahimkoc.com
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.